Tuesday, December 4, 2012

merhaba,

 burada yazı, çizi falan filan, bakacağız artık...


hi there,

i'll share some stuff that kept me occupied all this time...

kıssadan hisse


borabook

kıssadan hisse

merhaba, erman'dan gelen gaza getirici mail'i okudum ve "tabii yahu, yazıveririm bir kaç saatte, ne olacak?" diye düşündüm. sonra, takip eden günler içerisinde giderek artan bir baskı altında ezilip durdum. aklıma yazacak bir konu gelmiyordu. hayatla ilgili hemen herşeyi birbiriyle ilişkilendirmek mümkün olabilir; müzikte de on iki sesi ve  bu seslerden kurulu armonik aralık ve akorları, hayal ve hesap gücümüzü kullanıp, türlü ritmlerle evlendirebilir, istediğimiz metrik düzen(ler)de bir kompozisyon oluşturabiliriz. ama bunları yapmak için bir temaya ihtiyacımız var, bize bir izlek gerek. bir uyaran, mutlu eden, rahatsızlık veren, dalga geçebileceğimiz, ayıplayacağımız, özür dileyeceğimiz, intikam alıp, yok etmek isteyeceğimiz birşeyler...  bulduğumuz tema aracılığıyla bu his ve itileri dışa vurabiliriz. temaya faklı anlamlar yükleyip, her karşılaşıldığında dışa vurulmak isteneni biraz daha bariz hale getirecek bir biçimde çeşitleyebiliriz. gelgelelim bu kez ortada ne bir tema var, ne de dışa vurmak istediğim birşeyler. aslında var belki ama tam olarak ne olduğuyla yüzleşemiyorum henüz. ayrıca okuyucularının ortak noktasının bir enstrümana duydukları merak olduğu bu dergi bunlardan bahsetmenin yeri olmayabilir. neyse sonuç olarak bu sayıdaki köşemde 'gitar guru'su mick goodrick'in '80'lerde yazdığı nefis kitap "the advancing guitarist"ten bazı alıntılara yer vermek istiyorum. bu alıntılar kitabın sonundaki "bazı kısa hususlar"ın bazılarını içeriyor. dergimiz yazarlarından çağlayan yıldız da(bir başka guru) kendi sitesinde bunların bazılarını yayınlamış bazı bazı.

rekabet: illa rekabet edecekseniz, kendinizle yarışın.
unutmayın: müzik müşterek bir spordur. (aslında)
köklerinizi ihmal etmeyin.
öğrenmeye devam: her zaman daha yeni başladığınızı düşünün.
en fazla ciddiye alınması gereken şeylerden biri mizahtır.
siz çalarken ortalıkta dinleyen bir kişi bile varsa çalışınız büyük ölçüde değişir.
tempolar: çok hızlıysa half-time, çok yavaşsa double-time hissetmeye çalışın.
üzerinde çalıştığınız konu çok genişse, küçük lokmalar alın, ancak bu şekilde sindirebilirsiniz.
çalınan eserin duygusunu verebilmek gerekir.
kendinizi bir oktavla sınırlayarak akor geçişleri olan bir parça üzerine solo çalın.
müzikte ilerlemenin sonu yoktur. peşini bırakmayın, geliştirin, çalın, başkalarına öğretin. asla en iyi olmayı hedeflemeyin, potansiyelinizi gerçekleştirmeye odaklanın.
metronomla çalışmak sürekliliği öğretir. (süreklilik iyi rhythm section'ların uzmanlık alanıdır)
öğrenmenin yaşı yoktur. her zaman çalışınızın belli yönlerini geliştirebilirsiniz.
kendinizi geliştirdikçe, başlangıçta öğrenilen temel prensiplerin önemini daha iyi kavrayacaksınız.
müzik hayatın bir parçasıdır. çoğu zaman hayatın müzikte size çalışarak öğrendiğinizden fazlasını kattığını görürsünüz.
uğraşınızı gerçekten seviyorsanız, başarısızlığı da, başarıyı da hazmedebilirsiniz. (aslında, başarıyı hazmetmenin başka türlü mümkün olmadığını düşünüyorum)
çalmak için enerji, iyi çalmak için dikkat, çok iyi çalmak için tutku(belki biraz da şans!) gerekir.
her seviyeden müzisyen için geçerlidir: "hadi bakalım otomatik pilot'tan çıkıp, içten, manası olan bir şeyler çalalım".
kendi özgünlüğünüz üzerine çalışmayın. (nasıl olsa bütün hayatınız bundan ibaret!) başkalarını özgün kılan yönleri incelemeye yönelik çalışmalar yapın.
çoğu zaman dinleyenlerin az sonra ne çalacağımızı bilmediklerini unutuyoruz. (cümlelerimizin sonunda bunu hatırlamamızda fayda var)
serbest doğaçlama üzerine: bazen nota seçimlerine fazla takılmayıp başka şeylere odaklanmak işe yarayabilir (ton, müzikal şekil, renkler, dinamikler, duygular vs.)
birlikte çaldığınız müzisyenlere bakmaktan çekinmeyin, dinleyicilere bakmaktan da. çekinseniz bile bakın yine de, çok şey öğreneceksiniz. (ç.n. bunu benim de denemem gerekiyor.)
herkes harika bir gitarist olamayabilir, ama herkes gelişmeye açıktır. benim için önemli olan bu.
bazen çalarken gözlerinizi kapamak daha iyi duymanızı sağlar. bazen de gözlerinizi açarak etrafınızdan enerji alabilirsiniz(enerji alışverişi de olabilir).
gitarı    sol elle, sağ elle, her iki elle ve ellerinizi kullanmadan çalmayı öğrenin.
"notalar bir sessizlikten diğerine zekice geçmeye yarar." sessizlik olmasa sesi tanımlayabilir miydik? peki ya ses olmasaydı ne olurdu? (sessizlik çalınabilir mi?)
çalışmakla çalmak arasındaki farklardan biri çalışırken hatalarımızın üzerinde durmamızdır. çalarken hata yaptığımızda ise ya görmezden geliriz ya da müzikal bir biçimde telafi etmeye çalışırız.
eğer çalarken kendinizi çok gergin hissediyorsanız(kalabalık ve ya üç beş kişi önünde) bunu doğal karşılamayı öğrenin. gerginliği yok etmeye çalışmak yerine bu enerjiyi müziğe çevirmeye çalışın. (kötü ve ya yanlış enerji olarak algılamayın biraz çabayla gerginliğinizi tramblen gibi kullanmayı öğrenebilirsiniz.)
dinlemenin bir sürü şekli var. müzisyen olmanız dinlemeyi bildiğiniz manasına gelmez. dinlemeyi öğrenmek ömür boyu geliştirebileceğiniz bir faaliyettir ve çaba gerektirir. (iyi bir dinleyici olmak size gizli bir güç katabilir.) ç.n. jim hall ne demiş? "işin sırrı dinlemekte, her zaman."
sabır çok önemli. elimizde değil, her şey hemen olsun isteriz. deneyimle bunun mümkün olmadığını öğreniriz en azından. parçalar zamanla yerine oturur, sabretmeli. eksiklerinizi görüyorsanız üzerine gidin. çalışmalarınızı sıkılmayacağınız bir biçimde düzenleyin. ne kadar sürerse sürsün. sonuç beklemeyin.(çalışmayı doğru yönlendirirseniz sonuç kendiliğinden gelir). bir bakmışsınız oluvermiş. müzikte gelişmenin sonu yoktur, çok çalışma, zaman ve sevgi ister.

işte böyle şeyler söylemiş mick amca hal leonard şirketinden yayınladığı harika kitabının sonunda. bu kitabı müzik ve gitara ilgi duyan herkese hararetle tavsiye ederim, her seviyeden müzisyenin bu kitaptan faydalanabileceğine inanıyorum. goodrick kitap boyunca, çin'li düşünür konfüçyus'un 'birine iyilik yapmak istiyorsan ona hergün balık yedirmek yerine balık tutmasını öğret" sözünü anımsatan bir üslubu koruyor, yol gösterip fikir veriyor, sayfalarca egzersiz yazmak yerine, gözlemlerini paylaşıp sorular soruyor, merak uyandırıyor, egzersizleri üretmeyi de okura bırakıyor. bulabilirseniz 90'larda guitar player dergisinde yayınlanan "thinking guitarist" isimli köşelerine de göz atın, aydınlanırsınız.

ç.n.= çevirmenin notu

hızlı çalmak


borabook

hızlı çalmak

müzisyen takıntısı bu, bir çoğumuzun öncelik sıralamasında üstlerde olduğunu düşünüyorum. çalışmalarımızı ve performanslarımızı da bu takıntı yönetiyor biz fark etmesek de.

duyuyorum bizi, fazla kurulmuş bir zemberek gibi, sanki doğaçlamanın tek hedefi bu zembereği boşaltmak, bir kaç (ya tutarsa) melodik arayıştan sonra sal gitsin, gam, pattern ne varsa çal gitsin, arada da bazı notaları uzat manalı manalı. ah bir de vibrato, hani o cümle sonlarında "bu çaldıklarım yıllar süren çalışma  ve incelemelerimin sonucunda ulaştığım müzikal aydınlanmanın ve estetik algımın ifadesiydi, aha şimdi de bitti" dermişçesine kullanılan ve her cümle sonunda da cömertçe tekrarlanan vibrato..

ama sürat konusu vahim, sanki besteler, tempolar, repertuvarlar ve her şey çalgıcıların, dinleyici ve diğer çalgıcılar tarafından en kolay fark edilen bu maharetine hizmet ediyor. bir de rekabet var, şan, şöhret, itibar ve ekmek için birbirimizle rekabet içerisindeyiz, sahnede hasbelkader kurduğumuz ekiplerde de devam ediyor bu spot ışığı kovalamacamız. icra süresince kendi çaldığımız ve ya çalacağımızdan başka bir şey düşünmüyoruz, eşlik çalarken(sıramızı beklerken) solistin yalnızca süratli çaldığı pasajları fark ediyor ve onunla nasıl yarışacağımızı hesap ediyoruz.dinleyiciler arasında bir müzisyen belirdiğinde de değişiyor icranın seyri, biz ön koltuktayız müzikse hep arka koltukta. elimizde bir makineli tüfek var sanki ve müziğin form, armoni, dinamik nüans vb. organlarını 16'lık, 32'lik mermilerimizle parçalıyoruz. beni  başta yakalayan bir çok solonun, icracının nefsine yenilip ortalığı notaya boğmasıyla buharlaştığına şahit oluyorum çoğu zaman. kendi kayıtlarımda da en fazla pişmanlık duyduğum anlar, bu kalabalık ve zorlama pasajlar oluyor.

öte yandan, nedense ballad ve orta tempolar'dan imtina ediliyor; çalmıyoruz ve dinlemiyoruz pek. dinleyicilerin de tahammülü yok; müzik türü ne olursa olsun, ağır aksak bir eser, kulüptekilerin esnemeye başladığı, dikkatlerinin dağıldığı, hesap istedikleri bir manzaraya yol açabileceğinden, riskli bir seçim addediliyor.

bu sürat merakı yaşadığımız çağın ve şehir hayatının en belirgin özelliği olsa gerek, arabalar hızlı, bilgisayar, internet, metro, uçaklar, akıllı süpermarket kasaları, elektronik bankacılık, akbil, her şey süper hızlı ve pratik. teknoloji, biz ölümlülerin sınırlı yaşam süresini verimli kullanabilmesi için, durmaksızın evriliyor. her şey, değerli ömrümüzü zaman kaybından arındırarak, bizim mutlu olmamız için tasarlanıyor, oturup keyif çatalım, sevdiklerimizle gönlümüzce vakit geçirelim, ilgi duyduğumuz konularda derinleşelim diye, çünkü ne yazık ki yalnızca bir kez geliyoruz bu dünyaya. tabii teknolojiyi takip etmek, hızlı arabaya binmek imkan meselesi, çok çalışıp başarmak gerek. pekiyi ne oluyor sonunda? altımızda 300 km/s sürat yapan, gıcır gıcır, son model bir otomobille milyonlarca aracın arasına katılıyoruz, adım adım ilerleyen şehir trafiğinde saatlerimiz gidiyor, durduğumuz yerde yakıt tüketiyoruz, dünyanın yakıtı tükeniyor durduk yere. milyonlar tüketiyor milyarların, milyarlarca yılda birikmişini, hak ederek kazandığını düşündüğü kağıt parçalarıyla ödemiş ne de olsa bedelini.

varsa yoksa bu kağıt parçaları için, daha çok dönsün diye insanın zaafları sömürülüyor. her uğraş bundan nasibini alıyor, açgözlü kalabalıkları doyurabilmek için bilim, teknoloji, sanat, hepsi seferber olmuş, kısa zamanda yüksek miktarda üretiyor. doyurmasına doyuruyor ama kısa süreli bir tokluk hissi haricinde bir tatmin yaşatmıyor, yaşatmamalı da, bu tatmin arayışı ve tüketim sürmeli ki var edebilsin kendini bu niteliksiz ürünler. öte yandan o hayalini kurduğumuz, memo tembelçizer'in deyimiyle "süpersonik" telefon, bilgisayar vb. oyuncaklar da, bizden önceki elektroniksiz yaşantılarda tecrübe edilenlerden daha büyük hazlar sağlamıyor bize. sahip olduğumuz bu cihazları tam kapasiteyle kullanmasak da, yeni modelleri çıktığında hayıflanmaya ve elimizdekini yetersiz görmeye başlıyoruz. oysa, bilgisayarların ev kullanıcılarıyla buluşması taş çatlasa 30 yıllık bir hadise, cep telefonları daha da yeni, bunlar ne katmış olabilir biyolojik ve duygusal ihtiyaçları sabit olan biz insanlara? hep duyuyoruz, çocuklar sokakta oynamaktansa bilgisayarı yeğliyor, arkadaşlar birbirleriyle görüşmek yerine facebook üzerinden takip ediyor olan biteni, sevgili de oradan bulunuyor; geçtiğimiz yüzyılın müziği, daha önceki yüzyılların müziğinin icraları, filmler, pornografi, hepsi bir klik ötede. bunca şeye erişimin bu kadar kolay olması bizde kanıksamaya yol açıyor herhalde, mutlaka duymuşuzdur büyüklerimizin "bizim zamanımızda.."yla başlayan cümlelerinde, geçmişte enstrüman, plak, kitap, nota tedarikinde yaşanan zorlukları: radyonun başında bekleyişler, yabancı müzisyenlere, yurt dışına giden yakınlara yalvarmalar, ütü tahtalarından gitar yapanlar, marangozlardan yardım alanlar, oysa şimdi ebay var! görüyorsunuz değil mi, o zamanlar ne kadar kutsal bir bağ varmış bireyle merakı arasında, bir plak eline geçti mi zaman dururmuş, okuldayken tek düşüncesi eve gidip yeni edindiği "led zeppelin ii" ile uçuşa geçmek tabii evdeki tek pikap müsaitse; yetmişlerde "bir albüm programında bir albüm dinlediniz" anonsuyla kapanırmış polis radyosundaki "bir albüm" programı, dinleyenin, 45 dakikalık yayın boyunca artan, çalanın kim olduğuna dair merakını gidermeden, şimdi kolayı var 10sn dinlesin, cep telefonun söyleyiversin, istersen tık'layarak satın alır, bir saatte tüm külliyatını indiriverirsin, bulunsun, nasıl olsa birgün dinlersin. müziğe olan merakı internetten eski ve akranım olan türkiye'li okuyucuların bu zorlukların bir kısmını yaşamış olduklarını tahmin ediyorum, mesela walkman dinlerken kasetin birinci yüzünü ve ya herhangi bir parçayı başa almak istediğimizde pilden tasarruf etmek için kalemle sarışımızı, trt2'deki 'dönence'yi, video klibi olmayan metallica'nın one videosunu bekleyişimizi...

zorla güzellik olmadığı gibi, emek vermeden elde edilenin de kıymeti olmuyor. ses kaydı icat olmadan önce batıda imkanı olanlar hayranlık duydukları müzisyenlerin notalarını satın alıp evlerindeki enstrümanlarda sevdikleriyle birlikte çalarlarmış, müzikle meslek olarak uğraşmayan bu insanların müzik algısı ve enstrüman becerileri bugün müzikle geçinen toplamın ortalamasından ileride olsa gerek. bunun sebebi eski müzikseverin cennetten düşen yüce meyve olarak kabul ettiği müziği duymak için sadece seyrek konser ve dinletilerle yetinemeyeceği için kendini aşkla bağlı olduğu müziği icra edebilecek biçimde eğitmesi olabilir. şimdi müzik her yerde, radyoda, telefonlarda, dizilerde, marketlerde, mp3 çalarlarda haftalarca aralıksız çalsa tekrar etmeyecek kadarı ceplerde, bunun sonucu olarak bir nevi sağırlık mı yoksa bu yaşadığımız? o kadar çok müziğe maruz kalmışız ki, artık kulaklarımız hissizleşmiş, kulak duysa da zihin kale almıyor pek duyulanı.

arada sırada öğlenleri gidip 13tl'ya çorba, salata ve balık yediğim bir yer var, oldukça işlek bir balıkçı. bir gün oturdum sipariş verdim, fonda seyyal taner'den "alladı pulladı, iki lafın arasına, ellerin hatırına beni doladı. baktı ki olmadı, öylesine aşkını bana adadı. aldanırıım her yalana sen yanımdayken. esirgemee göözlerini benden." şarkısı çalıyordu, peşinden kimin olduğunu şimdi hatırlayamadığım şu şarkı çaldı: "Titretmiyor artık beniii gözlerinin fiyakası, sana hala selam ediyorsam, vicdaanımın sadakası". çorbamı yarılarken parça fade-out'la sonlandı ve yeniden "Alladı pulladı", salatayı getirdiler, tülbende hapsettikleri limonu sıkıyorum, "Titretmiyoor....",  -nar ekşisi alabilir miyim acaba? (hah, işte yine seyyal girdi). off, mis gibi kızartmışlar tekirleri, taze yağ besbelli. "...vicdaanımın sadakası" -çay alır mısınız? - tabii, lütfen "alladı pulladı..." neyse, daha fazla uzatmayayım, orada bulunduğum süre boyunca bu iki şarkı arka arkaya 7-8 defa dönmüştür ve ne personel, ne çoğunluğunu doktor, hastane çalışanları ve ilaç firması temsilcilerinin oluşturduğu öğle müşterileri farkına varıp müdahale etti, ben hesabı ödeyip çıktığımda da çalmaya devam ediyordu, kimbilir ne zaman ve hangi gerekçeyle değiştirildi.

muhatabımız bu hissizleşmiş kulak ve dimağlar da olsa, onları uyandırmanın yolunun çaldığımız notaların niceliğinde değil, niteliğinde olduğunu unutmamamız gerekiyor. önümüze bir şarkının notalarını koyup, grup eşliğinde, gördüğümüz her akora doğru gamı temponun el verdiği en küçük nota değeriyle çalmak, kanımca müzik yapmaktan çok test çözmeye benziyor. ayrıca her akoru bu şekilde arpej, gam, pattern vs. ile çalmak form takibini de kolaylaştırıyor ve bu sayede melodisini içselleştirmediğimiz ve armonik kurgusunu çözümleyip duyamadığımız bir çok parçayı çalmış gibi yapabiliyoruz; sonuçta kaybolmadık ve bastığımız seslerin hepsi doğruydu(ayrıca nasıl da yardırdık(?), o biçim alkış koptu).

müzikte doğaçlamanın hikaye anlatmaya benzetildiğini birçok farklı yerde duymuştum, solo çalarken bunu hep hatırlamamız gerektiğini düşünüyorum. hikaye, fıkra, anı ve ya güncel bir hadiseyi bazen eş dostla sohbet ederken anlatırız, bazen de bir kürsüde dinleyicilere anlatmamız icap edebilir. ben müzikte ve sosyal hayatta sohbeti çok önemsiyorum, katılanların çok iyi dinleyip, konuşmakta olanı teşvik etmesi, doğru yerde tepki verip, soru sorması ve ya itiraz etmesi gerekiyor sohbetin koyulaşıp derinleşmesi için. bazen yalnızca konuşup hiç dinlemeyen, ya da sadece bolca içi boş laf söyleyenlere de denk gelebiliyoruz. böyle durumlarda kafa sallayıp, hı hı deyip, etliye sütlüye fazla bulaşmadan, medenice vaziyeti idare etmek gerekiyor. hikaye anlatmaya gelince, kimi dostlarımızın bazı anılarını dinlemekten hiç sıkılmayız, belki her görüşmemizde sormayız ama sohbet bu anıyı çağrıştırıyorsa illa ki anlattırırız, duymayan arkadaşlarımız da dinlesin isteriz. bunun sebebi anının komik/tuhaf/takdire şayan vs. oluşu kadar, arkadaşımızın kelime seçimi, tonlaması, konuşma temposu, arada verdiği esler, yaptığı taklitler ve olayı tekrar yaşayıp yaşatmasında yatar. mesela arkadaşım vefa'nın set aralarında defalarca anlatıp bizi gülmekten kırıp geçirdiği meşhur bir telefon şakası kayıtlarının aslını yıllar sonra bulup dinlediğimde, bende pek bir etki yaratmadı, vefa'nın yorumu ve kendi mizah anlayışıyla bu şakaları nakledişiymiş meğer bizi güldüren. hikayecilik, sohbet ve dinleme, içten bir icra ve grup içi etkileşimin anahtarı olabilir, ardarda geveze monologlar sıralamak yerine şarkıya grupça sarılıp muhabbeti ilerletmeye gayret edemez miyiz?

düşüncelerimin bir kısmını burada toparlamaya çalıştım, umarım sizi de bu konuda düşünmeye sevk edebilirim. ileride bizlerden daha çok ballad icrası ve düşünerek, hissederek çalınmış, seyrinde soluklar bulunan, analize değer doğaçlama sololar duymayı diliyorum.

sevgiler

bora

volkan'ın filmi için manifesto


Ergen'e not,

manifestivo

ergenin volkanı sık patlar.

sen beni ovaya çayıra saldın ya o gün, o binasız az insanatlı hayran olunası yerde boynumda gitar, kablolar ve seslerimle gezinmek bir acaip geldi. Oysa öyle cazipti ki 30'larımda doğada bulunmak; ağaç, kuş, yeşil, mavi, sarıyla flört. Ama o gün doğadan beslenme, doğayla bir olma niyetimizin ilelebet karşılıksız kalacağını düşündüm. İlginç, yaratıcı ve benzeri sıfatlara müptela mevcudiyetim, kuş, çayır - çimen tarafından hiç rağbet görmedi, nötr, sıfır tepki. ne olurdu rüzgar bir dem tutsaydı, bir bin bül bül ötüp, sinekler oynaşsaydı? Beğenmese bile nezaketen bir tepki verir insan, misafiriz sonuçta. Ne? İnsan mı dedim?

Evrim ve kendi icad ettiğimiz zamanın kölesi olmuşuz; yazı, bellek, örf, din, ölüm bilinci, korkusu, hepsi bizi doğadan uzaklaştırmış. Bana kucak açmadığını sandığım doğa aslında hep aynı mesafede, ben unutmuşum, kendimi ayrı sanmışım. Ağaçlar yıldırıma kin güder mi, zamansız patlayan volkan lağv mı edilir, "bu sene şubat 29 çekecekti" diye biraz daha ağırdan mı alır yerküre? Hesapsız, telaşsız tek bir varoluşu yaşıyorlar, bizim eksiğimiz ne?

Haa, yaratıya gelince elmayla armut toplanmaz ama sanatsal ve işlevsel yaratılarımızı toplasak, hasbelkader ikamet etmekte olduğumuz toprakların bir kısmına verdiğimiz isimle ayrıştırıp payelendiğimiz bir Amasya elması, bir Antep fıstığı eder mi? Yıllarca çalışıp, eğitilip, sancılar, psikozlar ve türlü dramayla bir şeyler üretiyor insan, bunlar olurken hırs ve kibirle dolabiliyor, yaptığıyla övünüyor bir de. Ağaç düşünmüyor yaptığını, zorlanmıyor, bazen çok bazen az oluyor yemişleri, bazen kendini "zararlı"ya bırakıyor, bazen de ölüyor ağaç, "yaşadığını da bilmedi, ölümü de garibim", naaşının etrafındaki fidanlar da ona benziyor, bilmiyorlar ama yakında aynı yemişi vermeye başlarlar, ihtiyar ve gençte aynı bilinç. Yavrulamak en güzel icraatımız belki ama doğumundan itibaren yavru bozuluyor, koşullandırılmış evren zaman değirmeninde bize benziyor. Yine de ağaç gibi yalnızca varolup duramıyorsak, meşgalelerimizi önemseyebiliriz, sonuçlarını değil, şeyleri anlamlandırarak vakit geçirebiliriz.  

borabook>bizim dergi

eskiden guitar player vb dergileri, kitapçılarda, ikaz edilmeyi göze alarak, kaçak göçek okur, bazen de eski sayıları ucuza satan mecmuacılardan takip ederdim. bildiğim iki mecmuacı vardı, biri bakırköy'de, diğeri beyoğlu'nda, geçenlerde, yıllar sonra, bakırköy'de dört döndüm ve köşebaşındaki o dükkanı bulamadım, sonra, bir hafta kadar evvel, deniz bana istiklal caddesi'nde bir yer gösterdi ve "burayı hatırlıyor musun?" diye sordu. dev gibi, 5-6 katlı bir ayakkabı mağazası, ışıl ışıl, yepyeni, "yo, hatırlayamadım?", biraz ipucundan sonra biz ayıkamadan dönüşüvermiş pasajı tanıdım. girişinde küçük bir büfe vardı, hacı amcanın ayranı köpük köpük, sağda muhteşem hacı salih; incikler, beğendiler, kompostolar. ilerleyince yine sağda annemin düğmecisi ve çaprazında benim mecmuacı. oraya annemle gittiğimde şansım yaver giderse harika bir yemek yer, ve guitar player, guitar world ve ya guitarist dergilerinin 5-6 aylık bir kelepir kopyasıyla eve dönerdim (annem de düğmeler ve burda mecmuasıyla). dergi mümessilinin kabusu olan alıcı bulamamış sayı, benim gerçekleşen rüyam olurdu, dokunmaya çekinir, uzun süre ilk bir kaç sayfasıyla meşgul olurdum hemen bitmesin diye. doldurma kasetlerden takip ettiğim müzisyenlerin fotoğrafları, röportajlar, alet edevat tanıtımları; baskı pırıl pırıl, bir sürü notalar, deşifreler; ne çok sever ve isterdim. şimdi yok bu dükkanlar, pasaja giriyorsun, hacı salihin bulunduğu girinti var yalnızca, ama her yer ayakkabı dolu, gitar dergicim de yok, derken ediz ve erman'ın bu girişimi ne güzel, yok satsın inşallah dergimiz, hepimizin yüzünü güldürüp güzel haberlerimizi yaysın. okusun genci, geçkini, zengini, halsizi; ucuz olsun, benim gibi 5 sayı geriden takip etmesin düşkünü.

kasım ayında bir kayıt yaptık, burak bedikyan, eric revis, ted poor ve ben. iki parçada imer ağabey konuk oldu, iki üç take de ahmet türkmenoğlu ve cem aksel ile çaldık. bu kayıtlar öncesinde çok önemsediğim bir şey oldu, stüdyoya girdiğimiz günden önceki gece, davul, amfi, gitar ve mikrofonları kurup, deniz'le apar topar jc's'e koşturduk, niyetimiz kurt rosenwinkel'ı dinleyip, birlikte kayıt yapacağımız müzisyenlerle yüz yüze görüşmekti. ikinci sete yetiştik, güzel bir yer bulup oturduk. kurt'ün enstrüman hakimiyeti tavan yapmış, acayip çalıyor, üstelik standard'lardan oluşan bir repertuvar, yıllar boyu hep aradığım, korsan kayıtlarının peşine düştüğüm cinsten bir etkinlik. dinliyoruz, ben olup biteni anlamaya çalışıyorum; deniz "bazen sanki sen çalıyormuşsun gibi duyuluyor" dedi, "gözümü kapıyorum, aynı sen, çok benziyor". bunu duyunca buz kestim, o kadar utandım ki anlatamam, "tabii benzer, ben yıllardır onu taklit etmeye çalışıyorum". çok kötü bir vaziyet, bana ve müzisyenliğime hayranlık duyan sevgilim sonunda suretin aslını keşfetti ve ben deşifre oldum. sonra biraz daha kulak kabarttım sahnede olan bitene, benim duymadığım bir sürü yeni numara ve tınılar, çok sesli pasajlar, ama bir dakika, müzik nerede? bakıyorum müzik ted'de, eric'de, kurt sanki play-a-long üzerine çalıyor, elle tatmin ediyor kendini ve meraklılarını, kimseyi dinlemiyor. ama çaldıkları boş değil yanlış anlamayın, armonik ve mantıksal kurgu olarak kusursuz bir mühendislik ürünü, o el gitarın sapını öyle sıvazlıyor ki, iyi yağlanmış makine, saat gibi, tıkır tıkır. serenity'den sonra anons yapıyor, "dün barcelona'da 800 kişiye çaldıktan sonra burada bu vaziyet..", beğenmiyor jc's güruhunu, sesler de fenaymış...

sağolsun çok şey öğretti bana kurt 7 - 8 senede, bir sürü kazık parçayla cebelleştim, ton arayışı, gamlar, pattern'ler hep onu yakalamaya çalıştım ama artık sıkıldım. kurt ve onun kuşağı bu aralar benim kulağımı pek yakalamıyor. internet sağolsun, olan-biteni de duyuyoruz, olmuş-bitmişi de. new york'tan çıkan bir sürü çağdaş grup ve müziği dinlediğimde çoğu zaman mekanik ve soğuk bir tasarım izlenimi uyanıyor bende. düşünüyorum da, bunlar bush amerika'sı çocukları, bu zamanda müzikal mahsul böyle oluyor belki o coğrafyada. geçmişin müzikleri daha masum bir dünyanın ürünleri idi, daha temel insani mücadeleler, toplumsal dönüşümler ve samimi iletişimlerin yaşandığı zamanların. şimdi insan ilişkileri, ekonomik sistemlerin yerleşik ve oturmuş olduğu yerlerde, daha net bir biçimde sınırlandırılmış, tanımlanmış gibi. ne kadar kazandığın, oturacağın evi, bineceğin otomobili ve ilişki kuracağın insanları belirliyor. bu düzende var olmak için durmadan çalışman ve kalan boş vakitte de sosyo-ekonomik denginle düzeyli ve mesafeli bir münasebet yürütmen icap ediyor. sağlıklı ve fit olacaksın, zamanını iyi yöneteceksin, etüt, kompozisyon, her türlü mesleki ve ilmi uğraş günlük hayatının odağı olacak. gidip görmedim, bulunmadım, yaşamadım ama öyle bir yaşantıymış gibi oralardaki. laboratuvarda tasarlanmış bir hayat kurgusunda yetişen nesiller, teknoloji, gdo, atom çağı, çernobil, savaşlar vs de mahsulleri. kitaplar süpermarketlerde buluşuyor okurla, internet'ten yayılıyor yüzlerce yılın yaratısı, sineması, müziği, resmi, yazısı. müzisyen ne yapacak, kendi müziği varsa her yıl bir albüm, sonra avrupa(ve istanbul), sideman ise birden çok grupla turne ve kulüp performansları. diyor ki ted poor, "new york'da kira ödemek ve geçinmek için, sürekli turluyor olman lazım",  :  )) turlayan gruplarda yer almak için ny'da yaşamak gerekiyor, bir çok müzisyen üniversite ve ya lise sonrası yerini yurdunu bırakıp bu şehre göçüyor, orada başarabileceği inancıyla yıllarca kendini hazırlamış eminim çoğu. şansı yaver giderse ve yeterince çalışmaya devam ederse, bir gruba katılıp başlıyor dünyayı gezmeye, ama nasıl gezmek? görüyoruz buraya gelenleri, havaalanı-otel-yemek-soundcheck-konser-yevmiye-yemek-yatak-kahvaltı-havaalanı-bir sonraki şehir. defalarca istanbul'a gelip bir ayasofya'yı, süleymaniye'yi görmemiş, bir türk müzisyen dinlememiş, sergi-müze gezmemiş, yemeğini, balığını tanımamış ne çok hayran olduğumuz müzisyen vardır kim bilir.

bu yeri yurdu bırakma meselesi biraz buralı gerçi, toprağım, devrem, kirvem, keke, dede, bayram-seyran gibi.. hep duyardım, batı'da çocuk 18 oldu mu kendi hayatını yaşar, evden ayrılır, bizde kız da, oğlan da evleninceye kadar baba ocağındadır, iş, askerlik ve ya tahsil için başka şehre gidenlerse istisna. ne mutlu ki burada toplumsal düzeni ve insan ilişkilerini belirleyen kurallar henüz batıdaki kadar yerleşmedi; fakat istanbul'da yaşayanlarımız için hayat toz pembe değil sanki, sevgi, arkadaşlık, aile, samimiyet hepsi arka koltuğa geçiyor; barınmalısın! geçinmelisin! başarmalısın! kuzen seni işinden alıkoymasın! yine de eğleniyoruz bence biz, bir aradayken de; fakat kesişme ve karşılaşmalar çoğunlukla iş sebebiyle oluyor, birlikte çalıyoruz, geçinip gidiyoruz bir şekilde, peki arkadaşlık yürütebiliyor muyuz? hal hatır sormayı, birlikte vakit geçirmeyi ne kadar beceriyoruz? ne kadar destek olup arka çıkıyoruz birbirimize? tenkit ediyor muyuz yeri geldiğinde dostça? bir şey başardığımızda övünmeyi mi yoksa dostlarımızla paylaşıp onları da yüreklendirerek aynı düzleme çekmeyi mi yeğliyoruz? hayal kırıklığı yaşadığımızda, istediğimiz gibi gitmediğinde şeyler, kime dert yanıp yardım istiyoruz? ne kadar dinleyip, önemsiyoruz birbirimizi?

bu şehirde kimi zaman bir haftada dört beş amerika/avrupa menşeli caz grubunun konseri oluyor, menajeri, sesçisi vs, ile 20-30 kişi, bizim alışık olduğumuzdan daha tatminkar ücretlerle bu şehirden geçiniyorlar. bu konserler genelde yüksek maliyetli organizasyonlar, sponsorlar, reklamlarla var edilen büyük event'ler. şehrin kültürel tüketiminin aslan payı bu gezgin sanatçılara/müzisyenlere yönleniyor, bazılarının biletini almaya bile yetmiyor gücümüz, güç bela bir tanıdık bulup merdivendi, sandalyeydi, oturup dinliyoruz, sonra bir tanışıp merhabalaşmak istiyoruz, keyifleri yerindeyse, bir kısmımızı kabul ediyorlar. bir-iki imza, sonra allahaısmarladık, ne çok soracağımız vardı oysa, heyecandan aklımıza gelmedi merak ettiklerimiz, hemen de gidiverdiler, sabah uçakları varmış.

ee, madem öyle, biraz özümüze dönüp, birbirimizden beslenelim biz de, önemsemezsek birbirimizi, kimse farketmez bizi.  bireysel kalkınma mümkün olamaz bence, bu şehrin bir caz sahnesi, yerel müzik sahnesi, bir kültür üretimi varsa, ressamı, koreografı, filmcisi, müzisyeni, şairi hepsi birbirinden haberdar olacak, anlamaya tanımaya çalışacak, birbirinin ufkunu ve yolunu açacak. sonunda top yekün batacak ve ya çıkacağız.

dergimizin biricik sayısı bize barış, dostluk ve şans getirsin

 
not. herhalde bir çoğumuzun yukarıda bahsettiğim müzisyenler kadar sık şehir değiştirme zorunluluğu yoktur, öyleyse niçin zaman zaman buluşup buradalığımızın tadını çıkarmıyoruz? bir ada-moda, sultanahmet, beylerbeyi, çamlıca sefası, yıldız parkı pikniği, atıyorum çatalca gezisi yapmıyoruz? Müzeler, sergiler, fuarlar; bienal, festival,  tiyatro, sinema, allen iverson... aylaklık etmek ve yaşamak için harika bir yer istanbul. madem bedelini ödeyip milyonlarca kişiyle üst üste yaşamayı göze alıyoruz, nimetlerinden faydalanmazsak hayatı kaçırmış olmaz mıyız?

sevgiler,

bora