Tuesday, December 4, 2012


borabook>bizim dergi

eskiden guitar player vb dergileri, kitapçılarda, ikaz edilmeyi göze alarak, kaçak göçek okur, bazen de eski sayıları ucuza satan mecmuacılardan takip ederdim. bildiğim iki mecmuacı vardı, biri bakırköy'de, diğeri beyoğlu'nda, geçenlerde, yıllar sonra, bakırköy'de dört döndüm ve köşebaşındaki o dükkanı bulamadım, sonra, bir hafta kadar evvel, deniz bana istiklal caddesi'nde bir yer gösterdi ve "burayı hatırlıyor musun?" diye sordu. dev gibi, 5-6 katlı bir ayakkabı mağazası, ışıl ışıl, yepyeni, "yo, hatırlayamadım?", biraz ipucundan sonra biz ayıkamadan dönüşüvermiş pasajı tanıdım. girişinde küçük bir büfe vardı, hacı amcanın ayranı köpük köpük, sağda muhteşem hacı salih; incikler, beğendiler, kompostolar. ilerleyince yine sağda annemin düğmecisi ve çaprazında benim mecmuacı. oraya annemle gittiğimde şansım yaver giderse harika bir yemek yer, ve guitar player, guitar world ve ya guitarist dergilerinin 5-6 aylık bir kelepir kopyasıyla eve dönerdim (annem de düğmeler ve burda mecmuasıyla). dergi mümessilinin kabusu olan alıcı bulamamış sayı, benim gerçekleşen rüyam olurdu, dokunmaya çekinir, uzun süre ilk bir kaç sayfasıyla meşgul olurdum hemen bitmesin diye. doldurma kasetlerden takip ettiğim müzisyenlerin fotoğrafları, röportajlar, alet edevat tanıtımları; baskı pırıl pırıl, bir sürü notalar, deşifreler; ne çok sever ve isterdim. şimdi yok bu dükkanlar, pasaja giriyorsun, hacı salihin bulunduğu girinti var yalnızca, ama her yer ayakkabı dolu, gitar dergicim de yok, derken ediz ve erman'ın bu girişimi ne güzel, yok satsın inşallah dergimiz, hepimizin yüzünü güldürüp güzel haberlerimizi yaysın. okusun genci, geçkini, zengini, halsizi; ucuz olsun, benim gibi 5 sayı geriden takip etmesin düşkünü.

kasım ayında bir kayıt yaptık, burak bedikyan, eric revis, ted poor ve ben. iki parçada imer ağabey konuk oldu, iki üç take de ahmet türkmenoğlu ve cem aksel ile çaldık. bu kayıtlar öncesinde çok önemsediğim bir şey oldu, stüdyoya girdiğimiz günden önceki gece, davul, amfi, gitar ve mikrofonları kurup, deniz'le apar topar jc's'e koşturduk, niyetimiz kurt rosenwinkel'ı dinleyip, birlikte kayıt yapacağımız müzisyenlerle yüz yüze görüşmekti. ikinci sete yetiştik, güzel bir yer bulup oturduk. kurt'ün enstrüman hakimiyeti tavan yapmış, acayip çalıyor, üstelik standard'lardan oluşan bir repertuvar, yıllar boyu hep aradığım, korsan kayıtlarının peşine düştüğüm cinsten bir etkinlik. dinliyoruz, ben olup biteni anlamaya çalışıyorum; deniz "bazen sanki sen çalıyormuşsun gibi duyuluyor" dedi, "gözümü kapıyorum, aynı sen, çok benziyor". bunu duyunca buz kestim, o kadar utandım ki anlatamam, "tabii benzer, ben yıllardır onu taklit etmeye çalışıyorum". çok kötü bir vaziyet, bana ve müzisyenliğime hayranlık duyan sevgilim sonunda suretin aslını keşfetti ve ben deşifre oldum. sonra biraz daha kulak kabarttım sahnede olan bitene, benim duymadığım bir sürü yeni numara ve tınılar, çok sesli pasajlar, ama bir dakika, müzik nerede? bakıyorum müzik ted'de, eric'de, kurt sanki play-a-long üzerine çalıyor, elle tatmin ediyor kendini ve meraklılarını, kimseyi dinlemiyor. ama çaldıkları boş değil yanlış anlamayın, armonik ve mantıksal kurgu olarak kusursuz bir mühendislik ürünü, o el gitarın sapını öyle sıvazlıyor ki, iyi yağlanmış makine, saat gibi, tıkır tıkır. serenity'den sonra anons yapıyor, "dün barcelona'da 800 kişiye çaldıktan sonra burada bu vaziyet..", beğenmiyor jc's güruhunu, sesler de fenaymış...

sağolsun çok şey öğretti bana kurt 7 - 8 senede, bir sürü kazık parçayla cebelleştim, ton arayışı, gamlar, pattern'ler hep onu yakalamaya çalıştım ama artık sıkıldım. kurt ve onun kuşağı bu aralar benim kulağımı pek yakalamıyor. internet sağolsun, olan-biteni de duyuyoruz, olmuş-bitmişi de. new york'tan çıkan bir sürü çağdaş grup ve müziği dinlediğimde çoğu zaman mekanik ve soğuk bir tasarım izlenimi uyanıyor bende. düşünüyorum da, bunlar bush amerika'sı çocukları, bu zamanda müzikal mahsul böyle oluyor belki o coğrafyada. geçmişin müzikleri daha masum bir dünyanın ürünleri idi, daha temel insani mücadeleler, toplumsal dönüşümler ve samimi iletişimlerin yaşandığı zamanların. şimdi insan ilişkileri, ekonomik sistemlerin yerleşik ve oturmuş olduğu yerlerde, daha net bir biçimde sınırlandırılmış, tanımlanmış gibi. ne kadar kazandığın, oturacağın evi, bineceğin otomobili ve ilişki kuracağın insanları belirliyor. bu düzende var olmak için durmadan çalışman ve kalan boş vakitte de sosyo-ekonomik denginle düzeyli ve mesafeli bir münasebet yürütmen icap ediyor. sağlıklı ve fit olacaksın, zamanını iyi yöneteceksin, etüt, kompozisyon, her türlü mesleki ve ilmi uğraş günlük hayatının odağı olacak. gidip görmedim, bulunmadım, yaşamadım ama öyle bir yaşantıymış gibi oralardaki. laboratuvarda tasarlanmış bir hayat kurgusunda yetişen nesiller, teknoloji, gdo, atom çağı, çernobil, savaşlar vs de mahsulleri. kitaplar süpermarketlerde buluşuyor okurla, internet'ten yayılıyor yüzlerce yılın yaratısı, sineması, müziği, resmi, yazısı. müzisyen ne yapacak, kendi müziği varsa her yıl bir albüm, sonra avrupa(ve istanbul), sideman ise birden çok grupla turne ve kulüp performansları. diyor ki ted poor, "new york'da kira ödemek ve geçinmek için, sürekli turluyor olman lazım",  :  )) turlayan gruplarda yer almak için ny'da yaşamak gerekiyor, bir çok müzisyen üniversite ve ya lise sonrası yerini yurdunu bırakıp bu şehre göçüyor, orada başarabileceği inancıyla yıllarca kendini hazırlamış eminim çoğu. şansı yaver giderse ve yeterince çalışmaya devam ederse, bir gruba katılıp başlıyor dünyayı gezmeye, ama nasıl gezmek? görüyoruz buraya gelenleri, havaalanı-otel-yemek-soundcheck-konser-yevmiye-yemek-yatak-kahvaltı-havaalanı-bir sonraki şehir. defalarca istanbul'a gelip bir ayasofya'yı, süleymaniye'yi görmemiş, bir türk müzisyen dinlememiş, sergi-müze gezmemiş, yemeğini, balığını tanımamış ne çok hayran olduğumuz müzisyen vardır kim bilir.

bu yeri yurdu bırakma meselesi biraz buralı gerçi, toprağım, devrem, kirvem, keke, dede, bayram-seyran gibi.. hep duyardım, batı'da çocuk 18 oldu mu kendi hayatını yaşar, evden ayrılır, bizde kız da, oğlan da evleninceye kadar baba ocağındadır, iş, askerlik ve ya tahsil için başka şehre gidenlerse istisna. ne mutlu ki burada toplumsal düzeni ve insan ilişkilerini belirleyen kurallar henüz batıdaki kadar yerleşmedi; fakat istanbul'da yaşayanlarımız için hayat toz pembe değil sanki, sevgi, arkadaşlık, aile, samimiyet hepsi arka koltuğa geçiyor; barınmalısın! geçinmelisin! başarmalısın! kuzen seni işinden alıkoymasın! yine de eğleniyoruz bence biz, bir aradayken de; fakat kesişme ve karşılaşmalar çoğunlukla iş sebebiyle oluyor, birlikte çalıyoruz, geçinip gidiyoruz bir şekilde, peki arkadaşlık yürütebiliyor muyuz? hal hatır sormayı, birlikte vakit geçirmeyi ne kadar beceriyoruz? ne kadar destek olup arka çıkıyoruz birbirimize? tenkit ediyor muyuz yeri geldiğinde dostça? bir şey başardığımızda övünmeyi mi yoksa dostlarımızla paylaşıp onları da yüreklendirerek aynı düzleme çekmeyi mi yeğliyoruz? hayal kırıklığı yaşadığımızda, istediğimiz gibi gitmediğinde şeyler, kime dert yanıp yardım istiyoruz? ne kadar dinleyip, önemsiyoruz birbirimizi?

bu şehirde kimi zaman bir haftada dört beş amerika/avrupa menşeli caz grubunun konseri oluyor, menajeri, sesçisi vs, ile 20-30 kişi, bizim alışık olduğumuzdan daha tatminkar ücretlerle bu şehirden geçiniyorlar. bu konserler genelde yüksek maliyetli organizasyonlar, sponsorlar, reklamlarla var edilen büyük event'ler. şehrin kültürel tüketiminin aslan payı bu gezgin sanatçılara/müzisyenlere yönleniyor, bazılarının biletini almaya bile yetmiyor gücümüz, güç bela bir tanıdık bulup merdivendi, sandalyeydi, oturup dinliyoruz, sonra bir tanışıp merhabalaşmak istiyoruz, keyifleri yerindeyse, bir kısmımızı kabul ediyorlar. bir-iki imza, sonra allahaısmarladık, ne çok soracağımız vardı oysa, heyecandan aklımıza gelmedi merak ettiklerimiz, hemen de gidiverdiler, sabah uçakları varmış.

ee, madem öyle, biraz özümüze dönüp, birbirimizden beslenelim biz de, önemsemezsek birbirimizi, kimse farketmez bizi.  bireysel kalkınma mümkün olamaz bence, bu şehrin bir caz sahnesi, yerel müzik sahnesi, bir kültür üretimi varsa, ressamı, koreografı, filmcisi, müzisyeni, şairi hepsi birbirinden haberdar olacak, anlamaya tanımaya çalışacak, birbirinin ufkunu ve yolunu açacak. sonunda top yekün batacak ve ya çıkacağız.

dergimizin biricik sayısı bize barış, dostluk ve şans getirsin

 
not. herhalde bir çoğumuzun yukarıda bahsettiğim müzisyenler kadar sık şehir değiştirme zorunluluğu yoktur, öyleyse niçin zaman zaman buluşup buradalığımızın tadını çıkarmıyoruz? bir ada-moda, sultanahmet, beylerbeyi, çamlıca sefası, yıldız parkı pikniği, atıyorum çatalca gezisi yapmıyoruz? Müzeler, sergiler, fuarlar; bienal, festival,  tiyatro, sinema, allen iverson... aylaklık etmek ve yaşamak için harika bir yer istanbul. madem bedelini ödeyip milyonlarca kişiyle üst üste yaşamayı göze alıyoruz, nimetlerinden faydalanmazsak hayatı kaçırmış olmaz mıyız?

sevgiler,

bora

No comments:

Post a Comment