Tuesday, December 4, 2012

hızlı çalmak


borabook

hızlı çalmak

müzisyen takıntısı bu, bir çoğumuzun öncelik sıralamasında üstlerde olduğunu düşünüyorum. çalışmalarımızı ve performanslarımızı da bu takıntı yönetiyor biz fark etmesek de.

duyuyorum bizi, fazla kurulmuş bir zemberek gibi, sanki doğaçlamanın tek hedefi bu zembereği boşaltmak, bir kaç (ya tutarsa) melodik arayıştan sonra sal gitsin, gam, pattern ne varsa çal gitsin, arada da bazı notaları uzat manalı manalı. ah bir de vibrato, hani o cümle sonlarında "bu çaldıklarım yıllar süren çalışma  ve incelemelerimin sonucunda ulaştığım müzikal aydınlanmanın ve estetik algımın ifadesiydi, aha şimdi de bitti" dermişçesine kullanılan ve her cümle sonunda da cömertçe tekrarlanan vibrato..

ama sürat konusu vahim, sanki besteler, tempolar, repertuvarlar ve her şey çalgıcıların, dinleyici ve diğer çalgıcılar tarafından en kolay fark edilen bu maharetine hizmet ediyor. bir de rekabet var, şan, şöhret, itibar ve ekmek için birbirimizle rekabet içerisindeyiz, sahnede hasbelkader kurduğumuz ekiplerde de devam ediyor bu spot ışığı kovalamacamız. icra süresince kendi çaldığımız ve ya çalacağımızdan başka bir şey düşünmüyoruz, eşlik çalarken(sıramızı beklerken) solistin yalnızca süratli çaldığı pasajları fark ediyor ve onunla nasıl yarışacağımızı hesap ediyoruz.dinleyiciler arasında bir müzisyen belirdiğinde de değişiyor icranın seyri, biz ön koltuktayız müzikse hep arka koltukta. elimizde bir makineli tüfek var sanki ve müziğin form, armoni, dinamik nüans vb. organlarını 16'lık, 32'lik mermilerimizle parçalıyoruz. beni  başta yakalayan bir çok solonun, icracının nefsine yenilip ortalığı notaya boğmasıyla buharlaştığına şahit oluyorum çoğu zaman. kendi kayıtlarımda da en fazla pişmanlık duyduğum anlar, bu kalabalık ve zorlama pasajlar oluyor.

öte yandan, nedense ballad ve orta tempolar'dan imtina ediliyor; çalmıyoruz ve dinlemiyoruz pek. dinleyicilerin de tahammülü yok; müzik türü ne olursa olsun, ağır aksak bir eser, kulüptekilerin esnemeye başladığı, dikkatlerinin dağıldığı, hesap istedikleri bir manzaraya yol açabileceğinden, riskli bir seçim addediliyor.

bu sürat merakı yaşadığımız çağın ve şehir hayatının en belirgin özelliği olsa gerek, arabalar hızlı, bilgisayar, internet, metro, uçaklar, akıllı süpermarket kasaları, elektronik bankacılık, akbil, her şey süper hızlı ve pratik. teknoloji, biz ölümlülerin sınırlı yaşam süresini verimli kullanabilmesi için, durmaksızın evriliyor. her şey, değerli ömrümüzü zaman kaybından arındırarak, bizim mutlu olmamız için tasarlanıyor, oturup keyif çatalım, sevdiklerimizle gönlümüzce vakit geçirelim, ilgi duyduğumuz konularda derinleşelim diye, çünkü ne yazık ki yalnızca bir kez geliyoruz bu dünyaya. tabii teknolojiyi takip etmek, hızlı arabaya binmek imkan meselesi, çok çalışıp başarmak gerek. pekiyi ne oluyor sonunda? altımızda 300 km/s sürat yapan, gıcır gıcır, son model bir otomobille milyonlarca aracın arasına katılıyoruz, adım adım ilerleyen şehir trafiğinde saatlerimiz gidiyor, durduğumuz yerde yakıt tüketiyoruz, dünyanın yakıtı tükeniyor durduk yere. milyonlar tüketiyor milyarların, milyarlarca yılda birikmişini, hak ederek kazandığını düşündüğü kağıt parçalarıyla ödemiş ne de olsa bedelini.

varsa yoksa bu kağıt parçaları için, daha çok dönsün diye insanın zaafları sömürülüyor. her uğraş bundan nasibini alıyor, açgözlü kalabalıkları doyurabilmek için bilim, teknoloji, sanat, hepsi seferber olmuş, kısa zamanda yüksek miktarda üretiyor. doyurmasına doyuruyor ama kısa süreli bir tokluk hissi haricinde bir tatmin yaşatmıyor, yaşatmamalı da, bu tatmin arayışı ve tüketim sürmeli ki var edebilsin kendini bu niteliksiz ürünler. öte yandan o hayalini kurduğumuz, memo tembelçizer'in deyimiyle "süpersonik" telefon, bilgisayar vb. oyuncaklar da, bizden önceki elektroniksiz yaşantılarda tecrübe edilenlerden daha büyük hazlar sağlamıyor bize. sahip olduğumuz bu cihazları tam kapasiteyle kullanmasak da, yeni modelleri çıktığında hayıflanmaya ve elimizdekini yetersiz görmeye başlıyoruz. oysa, bilgisayarların ev kullanıcılarıyla buluşması taş çatlasa 30 yıllık bir hadise, cep telefonları daha da yeni, bunlar ne katmış olabilir biyolojik ve duygusal ihtiyaçları sabit olan biz insanlara? hep duyuyoruz, çocuklar sokakta oynamaktansa bilgisayarı yeğliyor, arkadaşlar birbirleriyle görüşmek yerine facebook üzerinden takip ediyor olan biteni, sevgili de oradan bulunuyor; geçtiğimiz yüzyılın müziği, daha önceki yüzyılların müziğinin icraları, filmler, pornografi, hepsi bir klik ötede. bunca şeye erişimin bu kadar kolay olması bizde kanıksamaya yol açıyor herhalde, mutlaka duymuşuzdur büyüklerimizin "bizim zamanımızda.."yla başlayan cümlelerinde, geçmişte enstrüman, plak, kitap, nota tedarikinde yaşanan zorlukları: radyonun başında bekleyişler, yabancı müzisyenlere, yurt dışına giden yakınlara yalvarmalar, ütü tahtalarından gitar yapanlar, marangozlardan yardım alanlar, oysa şimdi ebay var! görüyorsunuz değil mi, o zamanlar ne kadar kutsal bir bağ varmış bireyle merakı arasında, bir plak eline geçti mi zaman dururmuş, okuldayken tek düşüncesi eve gidip yeni edindiği "led zeppelin ii" ile uçuşa geçmek tabii evdeki tek pikap müsaitse; yetmişlerde "bir albüm programında bir albüm dinlediniz" anonsuyla kapanırmış polis radyosundaki "bir albüm" programı, dinleyenin, 45 dakikalık yayın boyunca artan, çalanın kim olduğuna dair merakını gidermeden, şimdi kolayı var 10sn dinlesin, cep telefonun söyleyiversin, istersen tık'layarak satın alır, bir saatte tüm külliyatını indiriverirsin, bulunsun, nasıl olsa birgün dinlersin. müziğe olan merakı internetten eski ve akranım olan türkiye'li okuyucuların bu zorlukların bir kısmını yaşamış olduklarını tahmin ediyorum, mesela walkman dinlerken kasetin birinci yüzünü ve ya herhangi bir parçayı başa almak istediğimizde pilden tasarruf etmek için kalemle sarışımızı, trt2'deki 'dönence'yi, video klibi olmayan metallica'nın one videosunu bekleyişimizi...

zorla güzellik olmadığı gibi, emek vermeden elde edilenin de kıymeti olmuyor. ses kaydı icat olmadan önce batıda imkanı olanlar hayranlık duydukları müzisyenlerin notalarını satın alıp evlerindeki enstrümanlarda sevdikleriyle birlikte çalarlarmış, müzikle meslek olarak uğraşmayan bu insanların müzik algısı ve enstrüman becerileri bugün müzikle geçinen toplamın ortalamasından ileride olsa gerek. bunun sebebi eski müzikseverin cennetten düşen yüce meyve olarak kabul ettiği müziği duymak için sadece seyrek konser ve dinletilerle yetinemeyeceği için kendini aşkla bağlı olduğu müziği icra edebilecek biçimde eğitmesi olabilir. şimdi müzik her yerde, radyoda, telefonlarda, dizilerde, marketlerde, mp3 çalarlarda haftalarca aralıksız çalsa tekrar etmeyecek kadarı ceplerde, bunun sonucu olarak bir nevi sağırlık mı yoksa bu yaşadığımız? o kadar çok müziğe maruz kalmışız ki, artık kulaklarımız hissizleşmiş, kulak duysa da zihin kale almıyor pek duyulanı.

arada sırada öğlenleri gidip 13tl'ya çorba, salata ve balık yediğim bir yer var, oldukça işlek bir balıkçı. bir gün oturdum sipariş verdim, fonda seyyal taner'den "alladı pulladı, iki lafın arasına, ellerin hatırına beni doladı. baktı ki olmadı, öylesine aşkını bana adadı. aldanırıım her yalana sen yanımdayken. esirgemee göözlerini benden." şarkısı çalıyordu, peşinden kimin olduğunu şimdi hatırlayamadığım şu şarkı çaldı: "Titretmiyor artık beniii gözlerinin fiyakası, sana hala selam ediyorsam, vicdaanımın sadakası". çorbamı yarılarken parça fade-out'la sonlandı ve yeniden "Alladı pulladı", salatayı getirdiler, tülbende hapsettikleri limonu sıkıyorum, "Titretmiyoor....",  -nar ekşisi alabilir miyim acaba? (hah, işte yine seyyal girdi). off, mis gibi kızartmışlar tekirleri, taze yağ besbelli. "...vicdaanımın sadakası" -çay alır mısınız? - tabii, lütfen "alladı pulladı..." neyse, daha fazla uzatmayayım, orada bulunduğum süre boyunca bu iki şarkı arka arkaya 7-8 defa dönmüştür ve ne personel, ne çoğunluğunu doktor, hastane çalışanları ve ilaç firması temsilcilerinin oluşturduğu öğle müşterileri farkına varıp müdahale etti, ben hesabı ödeyip çıktığımda da çalmaya devam ediyordu, kimbilir ne zaman ve hangi gerekçeyle değiştirildi.

muhatabımız bu hissizleşmiş kulak ve dimağlar da olsa, onları uyandırmanın yolunun çaldığımız notaların niceliğinde değil, niteliğinde olduğunu unutmamamız gerekiyor. önümüze bir şarkının notalarını koyup, grup eşliğinde, gördüğümüz her akora doğru gamı temponun el verdiği en küçük nota değeriyle çalmak, kanımca müzik yapmaktan çok test çözmeye benziyor. ayrıca her akoru bu şekilde arpej, gam, pattern vs. ile çalmak form takibini de kolaylaştırıyor ve bu sayede melodisini içselleştirmediğimiz ve armonik kurgusunu çözümleyip duyamadığımız bir çok parçayı çalmış gibi yapabiliyoruz; sonuçta kaybolmadık ve bastığımız seslerin hepsi doğruydu(ayrıca nasıl da yardırdık(?), o biçim alkış koptu).

müzikte doğaçlamanın hikaye anlatmaya benzetildiğini birçok farklı yerde duymuştum, solo çalarken bunu hep hatırlamamız gerektiğini düşünüyorum. hikaye, fıkra, anı ve ya güncel bir hadiseyi bazen eş dostla sohbet ederken anlatırız, bazen de bir kürsüde dinleyicilere anlatmamız icap edebilir. ben müzikte ve sosyal hayatta sohbeti çok önemsiyorum, katılanların çok iyi dinleyip, konuşmakta olanı teşvik etmesi, doğru yerde tepki verip, soru sorması ve ya itiraz etmesi gerekiyor sohbetin koyulaşıp derinleşmesi için. bazen yalnızca konuşup hiç dinlemeyen, ya da sadece bolca içi boş laf söyleyenlere de denk gelebiliyoruz. böyle durumlarda kafa sallayıp, hı hı deyip, etliye sütlüye fazla bulaşmadan, medenice vaziyeti idare etmek gerekiyor. hikaye anlatmaya gelince, kimi dostlarımızın bazı anılarını dinlemekten hiç sıkılmayız, belki her görüşmemizde sormayız ama sohbet bu anıyı çağrıştırıyorsa illa ki anlattırırız, duymayan arkadaşlarımız da dinlesin isteriz. bunun sebebi anının komik/tuhaf/takdire şayan vs. oluşu kadar, arkadaşımızın kelime seçimi, tonlaması, konuşma temposu, arada verdiği esler, yaptığı taklitler ve olayı tekrar yaşayıp yaşatmasında yatar. mesela arkadaşım vefa'nın set aralarında defalarca anlatıp bizi gülmekten kırıp geçirdiği meşhur bir telefon şakası kayıtlarının aslını yıllar sonra bulup dinlediğimde, bende pek bir etki yaratmadı, vefa'nın yorumu ve kendi mizah anlayışıyla bu şakaları nakledişiymiş meğer bizi güldüren. hikayecilik, sohbet ve dinleme, içten bir icra ve grup içi etkileşimin anahtarı olabilir, ardarda geveze monologlar sıralamak yerine şarkıya grupça sarılıp muhabbeti ilerletmeye gayret edemez miyiz?

düşüncelerimin bir kısmını burada toparlamaya çalıştım, umarım sizi de bu konuda düşünmeye sevk edebilirim. ileride bizlerden daha çok ballad icrası ve düşünerek, hissederek çalınmış, seyrinde soluklar bulunan, analize değer doğaçlama sololar duymayı diliyorum.

sevgiler

bora

No comments:

Post a Comment